Prof. Vefa
Tarhan: AKP ekonomi politikaları bir illüzyon gösterisi!
European Economic Association tarafından dünyanın en önemli 1000 ekonomisti
arasında 107. sırada gösterilen Prof. Dr. Vefa Tarhan 1967’de mezun olduğu
Darüşşafaka’dan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okudu. Fulbright
bursuyla gittiği University of California’dan ekonomi doktorasını aldı.
1990-1999 yılları arasında Loyola University Chicago’nun finans bölümü
başkanlığını yaptı. 1999’da, aynı üniversitede ‘Ralph Marotta Chair Professor
of Finance’ kürsüsüne seçildi. 1988-1990, 1997-1999 ve 2008-2010 senelerinde
Northwestern Üniversitesi’nin Kellogg Graduate School of Management bölümünde
‘Visiting Professor’ olarak görev aldı. Ayrıca Türkiye Forbes’da köşe yazarlığı
yaptı.
Hayatına doktora
için gittiği ABD’de yön vermesine karşın zamanının önemli bölümünü Türkiye’nin
ekonomik sorunlarının çözümüne ayıran Tarhan, Haziran 2011’de Kemal
Kılıçdaroğlu’nun ekonomi danışmanlığını üstlendi. Nisan 2012’de ise kendi
isteğiyle bu görevden ayrıldı. Kamuoyunda geniş yankı uyandıran istifa
tartışmalarından dört ay kadar sonra CHP, AKP ve ekonomi politikaları üstüne
konuştuk:
Haziran 2011 ile
Nisan 2012 tarihleri arasında 9 ay kadar Kemal Kılıçdaroğlu’na ekonomi
danışmanlığı yaptınız ve “Ekonomi ile ilgili analiz, eleştiri ve önerilerim CHP
tarafından beğenilse de yeterince kullanılmıyor, bu durumda, bu pozisyonu işgal
etmemin hiçbir anlamı yok” diyerek istifa ettiniz. İstifanız basında çok yankı
buldu ve bir söyleşinizde “Şu anda olaya çok yakınım ve nedenlerini bilimsel
olarak tahlil edemiyorum” diyerek fazlaca detaya girmediniz. Daha sonra
sözlerinizin medyada çarpıtıldığını da okuduk. Şimdi aradan 4 ay geçtikten
sonra bütün bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında istifam
konusunda birbirine bağlı iki neden vardı. Yeterince kullanılmadığı doğru ve bu
beni rahatsız etti. Kamuoyunda CHP’nin ‘ekonomi’ konusunda zayıf olduğu ve
bunun üstüne yeterince eğilmediği izlenimi vardı. O yüzden bizzat
Kılıçdaroğlu’na danışmanlık yaparak bu eksikliğin giderilmesinde katkım
olacağını düşünmüştüm. Kendilerine, ekonomi konusunda çözüm önerilerini de
içeren çok sayıda rapor hazırladım. Bir nedeni bunların kullanılmaması.
Diğer neden de
benim bu görevi üstlenmemle kamuoyunda oluşan olumlu tepkinin ve beklentinin
altında ezilmek istemememdi. Çünkü böyle bir pozisyon üstlendiğinizde size
belirli bir süre verirler “bakalım ne olacak” diye. Raporlarım kullanılmadığı
için “Vefa Tarhan’ın CHP’ye katkısı olmadı” diye düşünülecek olması benim
üzerimde baskı ve stres oluştumaya başlamıştı. CHP’nin tutumunun
değişmeyeceğine ve çalışmalarımın yerinde ve zamanında kullanılmayacağına ikna
olduğum zaman da istifa etmeye karar verdim.
Basında çıkan ve
sizin de ‘çarpıtıldığını’ söylediğiniz haberlerden sonra CHP’de size karşı bir
kırgınlık oluştu mu? Ya da siz CHP’ye kırgın mısınız? Sayın Kemal Kılıçdaroğlu
ile ya da CHP grubu ile ilişkiniz devam ediyor mu?
Benim ilişkim
zaten doğrudan Sayın Kılıçdaroğlu ile idi. Ben, kendisinin özel danışmanlığını
yapıyordum. Eskisi kadar sık olmasa da temasımız devam ediyor. Zaman zaman
önemli gördüğüm konularda kendisine görüşlerimi yollamaktayım. Nitekim, daha
birkaç gün önce bir rapor yolladım kendisine. İstifa sonrasında da geçen ay
Ankara’da uzun bir görüşmemiz oldu. Yani aramızda herhangi bir kırgınlık yok.
Benim bu göreve talip olma amacım, uzman olduğum bir alanda ülkeme katkı
sunmaktı. Bunu da ancak benim politik felsefemi temsil eden CHP aracılığıyla
yapmam mümkündü. Sayın Kılıçdaroğu çok dürüst, etik seviyesi çok yüksek ve son
derece iyi bir insan. Karşılıklı olarak temasımızın devam etmemesi için bir
neden göremiyoruz.
Ahmet Altan, 17
Ağustus tarihli yazısında “Akıllı biri
bana, ekonomisi bu kadar iyi giden, ekonomik verileri neredeyse mucizevî
parıltılar gösteren, bütün ülkeler işsizlikten kırılırken işsizliği azaltan bir
ülkenin, neden siyaseten bir iğneli fıçının içinde yaşamak zorunda olduğunu
anlatsın. Bütün dünya ekonomik bir kaosun içinde çalkalanırken biz bir ‘cennet
adası’ gibi huzurla yolumuza devam edebilecekken neden böylesine faşizan bir
baskıyla ve bütün ülkeyi yaralayan gerginliklerle yaşamak zorundayız?” diye bir
tespitte bulunuyordu.
Gerçekten de
Türkiye ekonomisi bu kadar iyi mi gidiyor? Siz, CHP’den ayrıldığınız dönemde
“Özellikle ekonominin sağlıksız büyümesi ile ilgili ciddi endişelerim var”
demiştiniz ve giderek artan ‘cari açık’ sorununa dikkat çekmiştiniz?
Ekonominin bu
şekilde görülmesinde belki de Sayın Babacan’ın MBA diplomasını ‘pazarlama’
konusunda almasının etkisi var! Ekonomi konusunda başarılı olduklarını iddia
edemem ama ‘olumlu’ izlenim yaratma konusunda başarılı oldukları kesin.
Türkiye’nin
ekonomi konusunda bir takım kronik problemleri var. Bunların en başında cari
açık geliyor. Ayrıca, işsizlik, kayıt dışı ekonominin boyutu, dış finansman
bulma konusunda sağlıklı iki kaynağı temsil eden net doğrudan yatırımlar ve iç
tasarruf konularıdaki başarısızlık, vergi sisteminin (en azından
dolaylı/dolaysız kompozisyonu açısından) çarpıklığı, sermaye piyasalarının
cılızlığı, vs.
Bunlara ek
olarak, son 9 yılda ortaya çıkan problemler var: Portföy yatırımlarının, yani
sıcak paranın İMKB'deki hakimiyeti (hisse senetlerinin yüzde 62'sine sahipler),
özel sektörün döviz borcu, büyümenin yüksek ancak sürdürülemeyecek bir hızda
olması gibi. (Bu problemleri
ilerideki söyleşilerimizde detaylı olarak tartışabiliriz.)
Cari açığın ana
kaynağı ekonominin büyüme hızı. Hem “çok hızlı büyüyen” ülkeyim diyerek prim
yapacaksın hem de bu hızlı büyüme günün sonunda ‘cari açık’ verecek ve bu açığı
kapatma konusunda zorlanacaksın. Bunun bedeli ağır olur; bu bedeli kim
ödeyecek? AKP iktidarı, “cari açığımızın nedeni enerji ithalimiz” savunması
yapıyor. Enerji ithalatı cari açığin en önemli kalemi, bu doğru. Ancak, benim
yaptığım hesaplar, 2003-2011 arasında enerji ithalatı sıfır bile olsa, iki
münferit yıl dışında ekonominin yine de cari açığı olacağı yönünde. Suçu enerji
ithalatına yüklemek iyi bir halkla ilişkiler stratejisi olabilir, ancak enerji
dışındaki sorunları hasıraltı ederek, cari açık problemimizi çözemeyiz.
Hızlı büyümenin
cari açığı tetiklediğinden bahsettiniz. Ama büyüme aynı zamanda bütçe açığının
ve kamu borcunun düşük olmasından, yani mali disiplinin sağlıklı olmasından
kaynaklanmaz mı?
Haklısınız. Gönül
isterki ‘büyüme'nin hem cari açığa, hem de mali disipline olumlu etkisi olsun.
Ancak maalesef ekonomimizde büyüme bu iki makro ekonomik değişkende bir takası
içeriyor: Büyüme hızı ne kadar yüksek olursa, ihracat ithalatı karşılayamadığı
ve bu tablo giderek kötüleştiği için cari açık da o derecede yüksek oluyor.
Ekonominin
büyümesi ‘iç talep kaynaklı’ olduğu için toplam vergi gelirlerinde ‘dolaylı’ vergilerin
payı yüzde 70. AB ülkelerinde bu oran tam tersi. Bu da vergi tahsilatlarında
artışı tetikleyerek, bütçe açığının düşük ve bu açığın finansmanı için gereken
kamu borcu ihtiyacının da az olması sonucunu doğuruyor. Yani çok övünülen 'mali
disiplin' bu konudaki aktif bir politikanın değil, vergi sistemi ve büyümenin
niteliğinin bir ürünü.
Kaldı ki mali
disiplin 'başarısının' yükünü, regresif niteliği olan dolaylı vergiler
aracılığıyla, düşük gelirli vatandaşlar taşımış oluyor.
O zaman,
özellikle Avro bölgesinde yaşanılan problemlerin yarattığı küresel
belirsizlikler nedeniyle büyüme hızında bir düşüş yaşanması cari açık açısından
iyi ama mali disiplin yönünden olumsuz bir durumumu temsil ediyor?
Evet,
bahsettiğiniz nedenle 2011'de yüzde 8.5 olan ekonominin büyüme hızının 2012'de
yüzde 4 civarında olacağı tahmin ediliyor. Bu yıl için dış finansman
ihtiyacımızdan bahsederken 2011'de 77.2 milyar dolar olan cari açığın, 2012'de
60 milyar dolar civarında olacağını tahmin ediyorum.
Buna, vadesi
gelen ve ödemek zorunda olduğumuz 140 milyarlık döviz borcumuzu da
eklediğimizde 2012 dış finansman ihtiyacımız 200 milyar dolar civarında olacak.
Bu da bir ‘rekor’ ama Yunanistan’ın durumuna düşmek istemiyorsak bunu ödemek
zorundayız.
‘Almanya'nın
yüzde 81 borç oranı Türkiye’nin yüzde 40 borç oranından daha düşük!’
Yani, ileriye
dönük olarak ekonomideki en önemli kırılganlığının dış finansman bulma
konusunda yaşanacağınımı düşünüyorsunuz?
Kesinlikle. Öte
yandan yılın ilk 6 ayında, mali affın yarattığı ek vergi kaynağına rağmen bütçe
açığı 6.7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Yılın son 6 ayında, çeşitli
nedenlerle bütçe açığının artması ve buna paralel olarak da şu anda yüzde 40
olan Kamu Borcu/GSYH oranının da yükseleceğini düşünüyorum.
Bu arada ülkenin
kamu borç oranı hakkında halkta yaratılan yanlış bir izlemi düzeltmek isterim.
Borç oranımızın düşük olması sık sık bir başarı göstergesi olarak kullanmakta.
Bu görüş ülkemizde yüzde 40 olan oranın, gelişmiş ülke borç oranlarından düşük
olmasından kaynaklanıyor. Ancak karşılaştırmayı bizim gibi 'yüksek gelirli
gelişmekte olan' ülkeler sınıfında yaptığımızda, borç oranımızın bu
kategorideki ülkelerin ortalamasına yakın olduğunu görürüz.
Ekonomik
verilerimizi işimize geldiğinde gelişmekte olan ülkelerle; veriler bizim
lehimize olacaksa gelişmiş ülkelerle karşılaştıramayız. Bu, problemlerin
teşhisini engelleyen istikrarsız bir tutum.
Ben şunu iddia
ediyorum: Almanya'nın yüzde 81 olan borç oranı Türkiye’nin yüzde 40 olan borç
oranından daha düşük! İsteyen varsa bunun hesabını bir dahaki söyleşide
yaparım.
‘Krizden çıkmamız
zaman alacak’
Başbakan, Avro
Bölgesi krizi için “2008'deki mortgage krizi ekonomimizi teğet geçecek
demiştim, bu teğet bile geçmeyecek” diyor. Siz, ekonomistlerin ‘daha da
derinleşip, yaygınlaşacağı’ tahmininde bulundukları bu ‘kapıdaki kriz’ hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Herşeyden önce
mortgage krizinin ekonomize etkisi hakkındaki görüşünün doğru çıkmadığını
belirtmek isterim. Krizin etkilerinin hissedildiği 2009 yılı AKP döneminde
ekonominin daralmış olduğu tek yıl. Bu yılın büyüme hızı yüzde -4.7 olarak
gerçekleşti. Aynı zamanda 2008’de yüzde 11 olan işsizlik oranı 2009’da yüzde
14’e yükseldi. Ancak, tüm yıl için geçerli olan bu rakamlar, yıl içinde çok
daha kritik seviyelere ulaştı. Yani teğet geçmedi!
Geleceğe yönelik
her tahmin, bilhassa yüzlerce değişkenin rol oynadığı ekonomi konusunu
kapsadığında kolay bir iş değil. Buna rağmen, ben yine de bir tahminde
bulunayım: Bu kriz, son krize kıyasla ekonomiyi daha derinden etkileyecek, daha
da yaygın niteliği olacak ve krizden çıkmamız daha da uzun zaman alacak
Bu
‘karamsarlığınız’ ne gibi faktörlerden kaynaklanıyor?
Ana hatlarıyla üç
neden var bu krizi bir öncekinden ayrıştıran.
Birincisi, Dünya
Merkez Bankalarının (MB), bilhassa FED, Avrupa Merkez Bankası (AMB), İngiltere
gibi gelişmiş ülke MB'lerinin, önceki krizin olumsuz etkilerini nötralize
edebilecek çok sayıda silahı varken, bu krize cephaneleri tükenmiş olarak
girecekler.
Son krizde
kullandıkları en önemli politika aracı para politikası idi. Para politikası
faizleri rekor seviyelere düşürebilmelerini mümkün kıldı. Ayrıca FED, Hazine
ile birlikte problemli bankaları kurtarmaya yönelik çok büyük boyutlu
programlar uyguladı. Bu durum, bir yandan finansal sistemi daha sağlıklı hale
getirdi, faizlerin düşürülmesi ve finansal kuruluşların yeniden
yapılandırılmaları, küresel finansal sistemi yoğun bakımdan çıkardı ve durumu
stabilize etti.
Olası Avro
kaynaklı krizde ise, tüfeklerindeki mermiler neredeyse tükenmiş olduğu için
MB'lerin her iki cephe de yapabilecekleri fazla bir şey yok. Örneğin ABD hazine
bonosu faiz verilerine bakıldığında faiz oranlarının çok düşük olduğu
görülüyor: 2 Ağustos itibariyle 3 ay vadeli hazine bonosunun faizi,yüzde 0.04
(yani yüzde 1'in 25'te 1'i), 1 yıl vadeli faiz: yüzde 0.168 (yüzde 1'in 6'da
1'i) 5 yıllık vadeli: yüzde 0.608 ve 10 yıl vadeli faiz: yüzde 1.48.
Almanya’nın 10 yıl vadeli tahvil faizi yüzde 1.25, İngiltere’nin ise %1.5
Durum böyle
olduğuna göre MB'ler tüm pratik amaçlar için zaten ‘yüzde sıfır’ olan faizleri
daha ne kadar düşürebilirler? Sonuç olarak, faizleri düşürme opsiyonları artık
yok.
Diğer bir neden
ise, faizleri daha da düşürmek mümkün olsa bile, şirketlerin reel sektör
yatırımlarına sıcak bakmamaları; finansal yatırımcıların ise,bizim gibi riskli
ülkelere para verme eğilimlerinin olmaması. Bir başka deyimle, küresel
belirsizlikler nedeniyle riske olan iştahın neredeyse kurumuş olması. Nitekim
ABD şirketleri hem rekor seviyede kâr etmekteler, hem de rekor miktarda nakit
fazlaları var. Üstelik bankalar, kredi notu yüksek şirketlerin peşinde koşup,
bu şirketelere borç almaları için neredeyse yalvarıyorlar. Tüm bu olumlu
finansman koşullarına rağmen, bu şirketler yatırım yapmıyorlar. Tabii bunun
nedeni faizlerin yüksek olması değil.
Finansal pazarlar
notu yüksek şirketlere kısıtlamalar getirmediğine ve faizler çok düşük olduğuna
göre, niçin bu şirketler yatırımlara sıcak bakmıyorlar?
Küresel
belirsizlikler o kadar yüksek ki (örneğin Avro-sistemi her an çökebilir ya da
kronik problemlere çözüm bulma süreci daha da uzayarak maliyetler artmaya devam
edebilir) önlerini göremiyorlar. İki yıl sonra, dünyayı sarsacak bir resesyon
ihtimali bu denli yüksekken, faizler ne kadar düşük olursa olsun, 20 yıl ömrü
olacak bir fabrika kurmaya nasıl cesaret edebilirler?
Sonuç, kapıdaki
krizin daha şiddetli olacağının bir başka nedeni de küresel belirsizliklerin
varlığı ve bunun yarattığı endişeleri giderecek bir politika aracının olmaması.
İsterseniz, bu
krizin olası etkilerini tartışmaya devam etmeden önce İstanbul Sanayi Odası'nın
en büyük 500 şirketi inceleyerek (İSO 500) ekonomimizin durumunu değerlendiren
çalışmasına bakalım. Geçen hafta açıklanan raporda, 2011 ile ilgili olumsuz
izlenimler edindim. Örneğin rapor, her 4 şirketten birinin zarar ettiğini,
2010'a oranla kȃr marjlarının düşerek, şirketlerin kredi kullanım oranlarının
arttığını, finansal giderlerde büyük bir artışın yaşanmış olduğunu vs.
gösteriyor. Siz İSO’nun çektiği bu fotoğrafta neler görüyorsunuz?
Bahsettikleriniz
ve diğer konularla ilgili bir kaç rakamsal veriyi vurgulamak isterim: 2007
yılına oranla 2011'de zarar eden şirket sayısı ikiye katlandı. 2010 oranlarına
ilaveten 54 şirket daha zarar etti. 2010'da yüzde 7.6 olan net kȃr marjı
2011'de yüzde 5.6'ya düştü. Yüzde 26'lık bir düşüş, bu veri için büyük bir
rakam.
Ayrıca, İSO 500
çalışması 2010'da bile sağlıksız olan şirketlerin sermaye yapılarının 2011'de
daha da bozulmuş olduğunu gösteriyor.
ABD ve AB
ülkeleri şirketleri çeşitli nedenlerle Türk şirketlerine kıyasla daha düşük iş
riski taşıyorlar. Buna rağmen ABD şirketlerinin borç/özsermaye oranı yüzde 50,
AB şirketlerinin yüzde 70 civarında iken, Türk şirketlerinde bu oran 2010'da
bile yüzde 120 idi. 2011'de ise İSO çalışması, bu oranın yüzde 141'e ulaşmış
olduğunu gösteriyor.
2010'a oranla
şirketler finansman giderlerinin yüze 102.5 artmış olduğu da belirtiliyor.
İSO Başkanı Sayın
Tanıl Küçük 2011 verilerini şu şekilde özetledi: "Sonuç parlak değil ve
şirketlerin sermaye yapısı gittikçe borca bağımlı hale gelmekte."
İSO 2011
calışmasına ek olarak Ağustos başında 2011'in son 6 ayını, 2012'nin ilk 6 ayı
ile karşılaştıran ‘Ekonomik Durum Tespit Anketi’ de yayımlandı. Hatırladığım
kadarıyla bu rapor da 2011’deki olumsuz gidişatın devam ettiğini gösteriyor.
Örneğin anket sonuçları, iç satışlarda sorun yaşayan şirketlerde artış
olduğunu, ek olarak her üç şirketten ikisinin finansman bulmakta
zorlandıklarını gösteriyor. Siz bu verileri nasıl yorumluyorsunuz?
Anket sonuçları
2012'nin ilk yarısında, 2011'in ikinci yarısına kıyasla iç ve dış satışlarda,
siparişlerde ve istihdamda azalmaların yaşandığını gösteriyor. Ekonominin
büyüme lokomotifi iç talep olduğu için, iç satışlarda hissedilen zayıflık
büyüme konusu için önemli bir olumsuz gösterge.
Belirsizliklerin
hakim olduğu küresel finansman ortamında, Türk şirketlerinin finansman
konusunda sıkıntı çekmeleri şaşırtıcı değil.
Rapor, 2012’nin
ilk yarı verileri ve ikinci yarı ile ilgili tahminler konusunda iç açıcı olmayan
bir tablo çiziyor. Örneğin geçen senenin anketi, şirketlerin yüzde 48.5'inin
2011'in ikinci yarısında yatırım yapmayı planladıklarını gösteriyordu. Bu yıl
2012'nin ikinci yarısında yatırım planlayan şirketlerin yüzde 41'e düşmüş
oldukları görülüyor. Ayrıca, 2011'in ilk yarısında şirketlerin yüzde 47'si
yatırım yapmadıklarını belirtirken, 2012'nin ilk yarısında şirketlerin yüzde
58'i yatırım yapmamış olduklarını açıklamış...
‘Hükümete puan
vermekte zorlanıyorum’
Bizde son krizin
etkileri sadece reel sektörde izlenmişti. Finansal sektörü etkilememişti.
Sizce, bir kriz yaşadığımızda bankacılık sektörü yine kendini koruyabilecek mi?
Finansal sektörün
son krizden etkilenmemiş olduğu konusunda haklısınız. Ekonomi yöneticileri de
bu gerçeği tekrarlayıp, bu konudaki başarılarıyla sık sık övünmekteler. Ancak,
ben bu konuda hükümete puan vermekte zorlanıyorum, çünkü bu sonucu iki faktöre
borçluyuz:
İlki, Kemal
Derviş döneminde sağlıksız bankaların tasfiye edilip, kalanlara da sermaye
oranlarının yüksek tutulması koşulunun getirilmesi. Diğeri ise Türk
bankalarının, batı bankalarının yatırım yaptığı ‘esotorik türev ürünleri’
içeren işlemlere girmemesi ama bu hükümetin bir öngörüsü değil, bankaların
kendilerinin almış oldukları bir karardı.
Bence
bahsettiğimiz olası kriz reel sektörün yanında finansal sektörü de yakından
etkileyecek. Bunun da birkaç önemli göstergesi var. Tüketici kredilerinin çığ
gibi büyümekte olduğunu biliyoruz. Geçen yılın tümünde bireysel borçlarını
ödemeyenlerin sayısı 538 bin iken 2012'nin sadece ilk yarısında bu rakam geçen
yılın toplamını geçerek 580 bin’e ulaşmış.
Türkiye'de kredi
kullanımı, özel sektörde de, bireysel krediler olarak da yüksek ve tehlikeli
seviyelerde. Kamu sektörü borcu ise sanıldıği kadar düşük değil, üstelik
yavaşlama nedeniyle daha da artması beklenmeli.
Bir ülkenin
bireysel, kurumsal, hazine seviyesinin her üçünde de yüksek seviyede borç
kullanmakta olması olası bir krizin olumsuz etkilerinin önüne konulmuş bir
büyüteçi temsil eder, yani olası bir krizin şiddetini arttırır.
Sizin çok sık
kullandığınız bir terim var, AKP ekonomi politikaları için ‘İstatistiki Şehir
Efsaneleri’ terimini kullanıyorsunuz, bununla ne kastediyorsunuz?
Buna “Doğru
verileri kullanarak yanıltıcı birizlenim bırakma sanatı” diyebiliriz. Yani
verilen rakamlar doğru, ancak o rakamların altındaki gerçeği anlatmamakla ya da
verilen rakamlarla birlikte okunması gereken başka rakamları vermemekle, yanlış
izlenim yaratmak; kısacası halkı yanıltmak.
Örneğin,
ekonomiden sorumlu yöneticiler ve başbakan senelerdir kişi başına düşen milli
gelirin 3 kat artmış olduğunu tekrarlıyorlar. Ancak bu bilgi yanlış, en azından
yanıltıcı. Ama kimse çıkıp bu yanlışı açıklamıyor.
‘Halkın gözü
boyanıyor’
Hatırladığım
kadarıyla 2002 de milli gelir 3 bin 500 dolardı, 2010 da ise 10 bin dolar
olarak açıklanmıştı. Burada yanıltıcı olan ne?
Söylediğiniz
rakamlar gerçeğe yakın: 2002 sonunda 3 bin 516 dolar iken, 2010'nun sonunda 10
bin 068 dolar oldu, yani 2.86 kat arttı. (Dostlar arasında 0.14 kat'ın lȃfı
olmayacağı için, ben 3 kat rakamını kabul edeceğim). Ancak 2011 öncesi TL aşırı
değerli olduğu için bu kur oyunundan kaynaklanan sanal bir durumu temsil
ediyor.
Yani bu sonuç,
sokaktaki vatandaşın satın alma gücünün 3 kat artmış olduğu anlamına gelmiyor.
3 katlık artış ancak geliri TL bazlı, harcamaları ise dolar bazında olan
kimseler için geçerli. Türkiye’de böyle kaç kişi var? Eğer sokaktaki vatandaşın
geliri üzerinden konuşacaksak, enflasyondan arındırılmış, sabit fiyatlarla ve
TL olarak hesap yapmamız gerekiyor. Bunu yaptığımızda, söz konusu 8 yıl içinde
toplamda yalnızca yüzde 32 artmış olduğunu görürüz.
Ama, 'istatiki
şehir efsanesi" yöntemiyle, 3 kat artmış olduğunu iddia ederek, halkın
gözünü boyamaktan çekinmiyorlar.
İhracatta sürekli
artış olduğuna dair haberler de var. Bu çok olumlu değil mi? Basında sürekli
kırılan rekorlardan bahsediliyor.
Evet ama bu da
başka bir şehir efsanesi. Mesela, 2010 yılı ihracatımız 120 milyar dolar iken
2011'de rekor bir miktarı temsil eden143 milyar dolara yükseldi. Biz medyada
ihracatın yüzde 20 artarak yeni bir rekor kırdığını okuyoruz.
Ancak, bu iki
yılda gerçekleşen ithalatın ne kadar olduğundan bahsedilmiyor. (Konuyla
ilgilenenler, TCMB'nin 'Ödemeler Dengesi' tablosundan, bu ve coksayılı
istatiklere ulaşabilirler). Nitekim, bunu yaptığımızda, 2010'da 177 milyar
dolar olan ithalatın, 2011 yılında yüzde 31 artarak 252 milyara ulaşmış
olduğunu görürüz. Bu demek oluyor ki ithalat-ihracat farkı, yani dış ticaret
açığımız 2010'da 56 milyar dolar iken 2011'de 84 milyar dolara çıkarak yüzde
49'lık bir artış kaydetmiş.
Bu durumda,
2010'na kıyasla, bulmaları gereken 28 milyar dolarlık ek finansmanı hangi
kaynaklardan finanse edecekleri konusunda problem yaşamış olmalılar.
Basından takip
ettiğimiz kadarıyla 2012 Mart ayında 91 milyar dolar olan Merkez Bankası
rezervleri Haziran’da 96 milyar dolara, Ağustos başında da 103 milyaradolara
yükselmiş. Yani, bu kadar kısa sürede yüzde 13 artmış. Bu bilgiler ışığında
neden endişelenelim?
Malesef bu da
şehir efsanesi. Verdikleri rakamlar brüt rezervler. Önemli olan net rezervler.
Manşetlerde görünen rakamlar TCMB'de mevcut ama bu rakamların tümü MB'ye ait
olmadığı için, MB bu paranın hepsini harcayamaz. Çünkü MB'nin döviz
yükümlülükleri de var; Türk ve yabancı bankaların, yurt dışında yerleşik
olanların mevduatları v.s. gibi.
Yukardaki
tarihlerdeki altın dahil net rezervler sırasısıyla 36.5 milyar, 36.6 milyar ve
37.7 milyar. Altın hariç net rezervler yine sırasıyla 25.3 milyar, 24.3 milyar
ve 22.4 milyar.
Sonuç olarak,
TCMB'nin rezerv seviyesi çok sıvı ve ileride sermaye pazarları daha da kötüye
giderse, çok kısa zamanda tükenecek durumda. Eğer, geçen senenin ikinci
yarısında olduğu gibi sermaye piyasalarından yeteri kadar döviz bulamazsak, bu
rezervleri de eritme olasılığımız yüksek. O yüzden IMF’nin kapısını çok yakında
yeniden çalabiliriz.
‘AKP’nin Türkiye
Ekonomisi tam bir illüzyon gösterisi!’
Merkez Bankası ve
medya niçin brüt rezerv rakamlarını manşet yaparak MB'nin yüksek miktarda
rezervi olduğu izlenimini veriyor?
En başta sormuş
olduğunuz “ekonomideki mucizevi parıltılar ve iyi gidişat” algısını ancak bu
tür illüzyonlarla sağlayabildikleri için! Mesela dikkatimi çeken bir şey var.
Eskiden net rezervleri ‘Merkez Bankası Para ve Banka İstatistik Raporu’nda
yayımlarlardı. Birkaç hafta önce baktığımda, 2004'ten itibaren yayımladıkları
net rezervlerle ilgili rakamların tamamını geriye dönük olarak silmiş
olduklarını farkettim. Bu, benim gibi konuyla yakından ilgilenenlerin bunu
hesaplayabilmesini engellemiyor elbette. Ama yine de bu verileri silmelerini
‘manidar’ buluyorum.
Merkez Bankası
rezervlerinin 103 milyar dolarlık rekor bir seviyede olduğu yalnızca bir
illüzyon. Zaten AKP’nin Türkiye Ekonomisi tam bir illüzyon gösterisi!
‘Türkiye’de durum
iyiyse yabancı aptal şirketler neden yatırım yapmıyor?’
Doğrudan
yatırımlar konusunda sınıfta kaldığımızı söylediniz. Ancak, Sayın Çağlayan
geçen hafta “Doğrudan yatırımların sene sonuna kadar 20 milyar dolar olmasını
beklediğini” açıklamıştı?
Böyle bir rakam
tarihimiz de hiç olmadı. 2006-2007 yılında 19 milyara ulaşmıştı ama o zaman
küresel koşullar çok iyiydi. Dünya ekonomisi ‘Lale Devri’ni yaşıyordu. Şimdi
tam tersi.
Bu konuda yine
yanıltıcı açıklamalarda bulunuyorlar. Birincisi Sayın Bakan sadece döviz
girdilerini temsil eden verileri kullanıyor. Önemli olan döviz girdileri değil,
net döviz girdileridir. Net Doğrudan Yatırımlar (NDY) 2011'in söz konusu ilk 6
ayında 5.459 milyar iken 2012'nin aynı döneminde 5.703 milyar olmuştur. 5.459
milyarın, 5.703 milyara yükselmiş olması NDY'deki artışın sadece yüzde 4.5
olduğunu gösteriyor. Yüzde 4.5 nerede, yüzde 21 nerede? Bir başka yanıltma
egzersizi.
Aynı konudaki
ikinci efsane ise,2003-2010 arasında dünyada yapılan doğrudan yatırımın yüzde
1’inin bile Türkiye’ye gelmemiş olması ile ilgili. Bu dönemde bu oran sadece
yüzde 0.8 idi. Yani ‘küresel doğrudan yatırımlar’ı bir pasta olarak düşünün
(2007'de pastanın boyutu 2 trilyon dolar, 2011'de ise 1.5 trilyon dolardı). Bu
pasta dilimlere kesilip, ülkelere dağıtılıyor. Bize bırakın ‘bir dilim’ pasta
ayrılmasını, dilimler kesilirken oluşan kırıntıların bile çok ufak bir kısmı
geliyor. Bu nedenle zaman zaman DY’de çok yüksek yüzdeli artışların olduğu
şeklinde beyanatlar anlamsızdır.
Buna rağmen,
bizim Başçı, Çağlayan, Babacan, Şimsek'ten oluşan ‘Devlet Musiki Korosu’ hep
aynı şarkıyı söylüyorlar: "Biz dünyanın en istikrarlı ülkesiyiz, ekonomisi
en iyi yönetilen ülkeyiz, potansiyelimiz çok yüksek!" Eğer öyleyse bu
‘aptal’ yabancı şirketler Türkiye’de neden yatırım yapmıyor? Üstelik, bizim
ekonomi yöneticilerimiz bu nankör yabancılara ekonomiyle ilgili problemlerini 3
ayda çözme teklifi yapmalarına rağmen!
Sayın Çağlayan,
yabancışirketleri Türkiye’ye yatırım yapmaya ikna etmek için dünyayı dolaşıyor.
Bu konuda Japonları ikna edemediği için “Japonlar çok cimri,” diye açıklama
bile yaptı. Bir ekonomi bakanının ülkesine, küresel koşullar nedeniyle yatırım
yapmayan bir başka ülkenin bakanını ‘cimrilikle’ nitelendirmesi -cimrilik
ülkeler arasında kullanılacak bir kavram değildir- çok enteresan.
‘Türkiye şımarık
çocuk gibi’
S&P
Türkiye’nin notunu ‘pozitif’ den ‘durağan’a çevirdiğinde de hükümetten son
derece ‘duygusal’ tepkiler gelmişti. Siz bu ‘hassasiyet hali’ üstüne ne
düşünüyorsunuz?
S&P gibi
kurumlar hata yapmama konusunda hassastırlar. Kredi notu değişimine Türkiye’den
başka hiç bir ülke gururu kırılan çocuk gibi kapris yapmaz. Spor Bakanı Suat
Kılıç bile bununla ilgili ‘gocunarak’ beyan verdi. Hatta Başbakan “Kendi kredi
notu değerlendirme şirketimizi kuracağız” diyor. Bunun bağımsız olması
gerektiğini söylemeye gerek var mı? Bu komik bir şey. Bir de Sayın Şimşek şöyle
dedi “Zaten kimse bu kuruluşları kale almıyor.” O zaman siz neden kale alıp bu
kadar tepki gösteriyor ve gocunuyorsunuz?” diye sormak lazım. Ben takip
ediyorum, yabancı basın bunları hayretle karşılıyor, açıkçası gülüyor. Aşırı
hassasiyet hali. Ne diyelim.
http://t24.com.tr/yazi/prpf-vefa-tarhan-akp-ekonomi-politikalari-bir-illuzyon-gosterisi/5528