TÜRKİYE EKONOMİSİNİN
KIRILGANLIĞI
Prof. Dr. Vefa Tarhan
I.
BÜYÜME HIZININ ETKİLERİ VE EKONOMİNİN PERFORMANSI
Bu makale önce, ekonominin yakın geçmişteki
muhasebesini yapıp, Türkiye’nin büyüme hızı ve büyümesinin niteliği, vergi
sistemi ve ihracat/ithalat politikası ile ilgili makro politika
parametrelerinin ekonomide büyümeyle ilgili kırılganlıklar oluşturması konusunu
tartışacak. İlerde ikinci bir yazımın konusu ise Avro Bölgesi problemlerinin
nedenleri ve bu sistemde yaşanan güçlüklerin hem küresel ekonomilere hem de
Türkiye ekonomisine olan etkisini hakkında olacak. Üçüncü yazım ise kronik cari açık probleminin para ve kur
politikası gibi standart makro politika araçları ile çözülebilirlik seviyesi
aşılmış olduğu için, hükümetin birkaç ay önce gündeme getirdiği ve çok olumlu
olarak karşılanan teşvik paketi konulu eleştirilerimi ve benim önereceğim
alternatif bir yapısal reform programını kapsayacak.
Cari açık probleminin ülkenin bir numaralı kırılganlık
noktasını oluşturduğu düşünülür. Konuyu biraz daha derin olarak
incelediğimizde, bu problemin ve son zamanlarda problemin diğer boyutunu temsil
eden dış finansman konusunda yaşanan güçlüklerin ön plana çıkmasının ana
nedeninin ülkenin hızlı büyümesinden kaynaklandığını görüyoruz. Aslında
ekonominin yapısı cari açık ile mali disiplin arasında bir takası içermekte.
Mali disiplinin geçmişteki sağlıklı durumundan da yine büyük ölçüde ekonominin
yakın geçmişteki yüksek hızlı büyüme performansı sorumlu olmuştur. Büyümenin
yarattığı makroekonomik sonuçlara bakıldığında şu görülüyor: ülke yüksek hızla
büyüdüğünde cari açık problemi yaşıyor, ama, mali disiplini sağlıklı oluyor.
Ancak, büyüme hızında yavaşlama gerçekleştiğinde ise cari açık probleminin
boyutu küçülüyor, ama cari açık konusundaki kazanç mali disiplinin bozulması
pahasına oluyor. Sonuç olarak ekonomi yüksek hızla da büyüse, düşük hızla da
büyüse önemli bir olumsuz makroekonomik problem yaşıyor. Nitekim, mortgage
krizinin etkilerinin hissedildiği 2009 yılı dışında (büyümenin - % 4.7 olduğu,
yani bir daralmanın yaşandığı), cari açığın seküler büyüme profili ve son 9
yılda sadece 2009’da açığın küçülmüş olması, büyüme-cari açık ilişkisinin
yönünü teyit ediyor.
Tabii önemli olan konu, neden yüksek büyümenin cari açık
problemini tetiklediği ve niçin mali dengeleri olumlu tuttuğudur? Aynı şekilde,
büyüme hızı yavaşladığında ise cevaplanması gereken soru bu durumun niçin cari
açık problemini bir derecede de olsa geri plana çektiği, ancak mali dengelerde
bir bozulmayı tetiklediği oluyor. Büyüme ile bu ikiz problem hakkındaki
ilişkiyi detaylı olarak inceleyeceğiz.
Önce cari açık problemine bakarsak, konuya iki gerçeği
kabul etmekle başlamamız gerekiyor. Birincisi, büyümenin şirket bazında da olsa
ekonomi boyutunda da olsa, finanse edilmesi gerekliliği. Konu şirket seviyesinde incelendiğinde, büyüme
kavramı şirketin satışlarının artması olur. Ancak, bir şirketin satışları
arttığında yükselen satış seviyesini destekleyebilmek için hem cari hem de
duran varlıklarını artırma zorunluluğu olur. Bazı şirketler, artan satışları için gereken
finansmanı eğer şirketin kârlılık seviyesi sağlıklıysa iç kaynaklardan
sağlayabiliyor. Ancak satışlarının kârlılık seviyesi yüksek olmayan şirketler,
ne kadar hızlı büyürse kârları düşük, hatta zarar yaratıcı nitelikteyse,
büyümeleri dış finansman ihtiyaçlarının artması sonucunu doğurur. Nitekim, bu
şirketlerden bir kısmı, yüksek büyüme hızlarına rağmen, dış finansman konulu
güçlükler nedeniyle iflasın eşiğine bile gelebilir. Yukarda şirket seviyesinde
tartıştığımız büyüme-finansman ilişkisi ekonomiler için de geçerli. Çin gibi bir ülke yüksek hızla büyümesine
rağmen, cari fazla yaratan bir büyüme modeli olması sayesinde büyümesini
finanse etmekte güçlük çekmezken, Türkiye gibi bir ülkenin yüksek büyüme hızı
ise cari fazla yerine cari açık yaratıyor. Tabii ki Türkiye’nin niçin bu ikinci
kategoriye girdiğinin incelenmesi gerekiyor.
Ekonominin büyüme-mali disiplin ilişkisi ise ülkenin
büyüme modelinin iç talep kaynaklı olma gerçeği ile vergi yapısının çok büyük
ölçüde dolaylı vergi ağırlıklı olmasının bir araya gelmesi sonucu olarak ortaya
çıkıyor. Dolaylı vergilerin toplam
vergilerdeki payı AB ülkeleri ortalaması olarak % 35 iken, aynı oran Türkiye’de
% 70’e yaklaşmakta. 2011’in ikinci
çeyreği büyüme hızı % 8.8 olarak gerçekleşti.
Büyümenin iç talep kaynaklı olduğu,
% 8.8 olan büyüme hızı iç ve dış talep parçalarına ayrıldığında
görülüyor: söz konusu rakamın bu dönemde % 14 olan iç talep artışı ile - % 5.2 olarak gerçekleşen dış talepteki
artışın toplamından oluştuğu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, yüksek hızlı büyüme
iç talepteki artışlar tarafından tetiklendiği ve vergiler dolaylı vergi
ağırlıklı oldugu için, iç talepteki artış yüksek vergi tahsilatına tekabül
ediyor. Tabii ki bu durum, düşük bütçe açığı ve düşük kamu borcu oranının hâkim
olduğu bir ortam yaratıyor. Büyüme hızı yavaşladığında ise aynı güçler diğer
istikamette işleyip cari açığın küçük olmasına ve mali disiplinin bozulmasına
neden oluyor.
SON
9 YILDA EKONOMİNİN PERFORMANSI
Genel izlenim son 9 yılda hükümetin ekonomik konularda
başarılı olmuş olduğu şeklinde. Bence, bu abartılmış bir görüş. Başarı alanlarının büyüme, doğrudan
yatırımlar, özelleştirme, bankacılık sisteminin son krizde çökmemiş olması, ve
enflasyondaki düşüş olarak düşünülür.
Bu kâğıt üzerindeki “başarı” listesine bakıp, neden bu
“başarıların” göründüğü kadar büyük olmadığını teker teker incelemeden önce, ülkenin
yakın geçmişte üç şans faktöründen faydalanmış olduğu gerçeğinden bahsetmekte
fayda var:
1. 2001 yılları öncesinden 2007 krizine kadar küresel
ekonomiler 20 küsür yıllık bir “lale devri” yaşadılar: bu zaman sürecinde
faizler ve enflasyon düşük bir seviyede seyretti, volatilite düşük, verimlilik
yüksek (teknolojik gelişmeler nedeniyle) ve ekonomik istikrar çok olumluydu, ve
genel olarak ülkelerin ekonomik büyüme hızları yüksek olarak gerçekleşti.
Türkiye ekonomisi de bu olumlu küresel ekonomik ortamdan payını aldı.
2. 2002’den bu yana iktidarda tek parti hükümetinin
olmasının, yani politik istikrarın da ekonomiye olan olumlu etkisi
küçümsenemez. Bu durum onyıllardır koalisyon boyutlu politik istikrarsızlığın
ekonomik maliyetinin ne kadar yüksek olduğunu ortaya çıkardı.
3. İktidar
partisi Kemal Derviş döneminde yapılan reformların meyvesini yiyebilecek bir
zamanda seçimleri kazandı. Nitekim, 2007-2009 küresel ekonomik krizinden
ülkenin finansal sektörünün etkilenmemiş olmasının en önemli nedeni, büyük bir
ihtimalle Derviş döneminde yapılan finansal kesim ile ilgili reformlardı. Bu
reformlardan birisi TCMB’nin bağımsızlığını kazanmış olmasıydı. Bu üç şans
faktörü, ekonomik performansın “başarılı olduğu” izlemininin oluşmasında önemli
rol oynadı.
Bu yazımda, genellikle en büyük başarı olarak göründüğü
için, ancak, bence aynı zamanda ülke ekonomisinin çok sayıda yapısal
problemlerinden de sorumlu olduğu için, en çok büyüme konusuna yer vereceğim.
•
BÜYÜME
Ülkenin çok övündüğü ve bir “başarı” olarak gördüğü
büyüme hızının iki nedenle “gerçek” bir başarıyı temsil etmediği iddia
edilebilir:
1. Büyüme ihracat boyutlu olmak yerine ithalat bazlı
olarak, cari açık ve bu açığın finansmanı ile ilgili problemler yaratmış olan
bir büyüme modelini temsil etti.
2. Büyüme, sokaktaki vatandaşın ekonomik durumunu olumlu
olarak etkileyen bir büyüme yerine “makro” seviyede kaldı.
1. BÜYÜME, CARİ AÇIK VE AÇIĞIN
FİNANSMANI
Ekonominin son yıllarda OECD içinde en hızlı büyüyen ekonomilerden birisi
oldugu olduğu bir gerçek. Ancak, büyüme
konusunda iki önemli faktör var: 1. Büyüme cari fazla mı, yoksa cari açık mı
yaratıyor? 2. Eğer cari açıkla
sonuçlanıyorsa, bu açık nasıl finanse ediliyor?
İhracatla büyüyen Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin tam tersine Türkiye
son 9 yılda ithalat kanalıyla büyüdü. Ekonominin büyüme hızı ne kadar yüksek
olmuşsa, şu anda 92.4 milyar $ olan ithalat - ihracat farkı (dış ticaret açığı)
ve cari açık da o kadar yüksek seviyede oluşmuştur. Nitekim, bu görüşün
doğruluğunu şu verilere bakarak teyit etmek mümkün:
2008: Cari açık: 38.8 milyar $ (büyüme hızı: % 0.7,
işsizlik: % 11)
2009: Cari açık: 13.9 milyar $ (büyüme hızı: - % 4.7
(yani, daralma), işsizlik: % 14)
2010: Cari açık: 46.7 milyar $ (büyüme hızı: % 9)
2011: Cari açık: 77.2 milyar $ (büyüme hızı: % 8.5)
Tabii ki, 2009 rakamının, bir önceki ve bir sonraki
yıllara kıyasla, çarpıcı derecede düşük olmasının en önemli nedeninin 2009’da
ekonominin büyüme yerine daralmış olmasından kaynaklandığı apaçık görülüyor.
Bu arada, bu rakamlara dayanarak, 2009 hakkında bir yan
tespitte daha bulunabiliriz: eğer, ekonomi % 5 daraldıysa ve resmi işsizlik % 11’den
% 14’e sıçramışsa, “krizin Türkiye’yi teğet geçmiş olduğu” gerçekçi bir görüşü temsil edemez.
Türkiye’nin sadece cari açık problemi yok. Ek olarak, bir
de cari açığını ancak düşük kaliteli kaynaklar kullanarak finanse edebilme
durumuna düşmüş olması problemi de var. Tabii
ki cari açık yaratan bir büyüme arzu edilmez. Ayrıca, bir ülkenin cari açığı
olacaksa bunun geçici bir süreyi kapsaması gerektiği ve bu süre içinde bile “sıhhatli”
cari açık oranının (cari açık/GSYH) % 5 civarında olduğu düşünülür (2011’de % 10.3
ile Türkiye, Economist dergisinin
takip ettiği 57 ülke arasında en yüksek cari açık oranı, cari açık seviyesinde
ise, ABD’den sonra, 2. sırada olan ülkeydi). Üstelik, cari açık kadar önemli
bir konu da bu açığın nasıl finanse edildiğidir. Eğer bir ülkenin cari açığı
olacaksa, en azından bu açığın kaliteli finansman kaynaklarıyla kapatılması
istenir (iç tasarruflar ve/veya doğrudan yatırımlar). Ancak, bir ülke hem cari
açıkla büyüyorsa, hem de bu açığı kalitesi düşük kaynaklarla finanse ediyorsa,
söz konusu ülkenin mümkün olduğu kadar hızlı büyümek yerine, sürdürülebilir bir
büyüme politikası uygulaması gerekir.
ŞİRKET BÜYÜME POLİTİKASI:
BÜYÜMENİN FİNANSE EDİLMESİ GEREKTİĞİ GERÇEĞİ
Şirket yöneticilerine “% 10 mu, yoksa % 30 mu büyümek
istersin?” diye sorsanız çok azı % 10 alternatifini seçer. Ancak, % 30’luk bir
büyümenin yarattığı finansman ihtiyacı, % 10’luk büyüme senaryosundan daha
fazladır ve bu finansmanı iç ya da dış kaynaklardan bulabilme zorluğu olan
şirketlerin % 10 büyümeleri çok daha uygun olur. Yani, büyümenin finansman
açısından sürdürülebilir bir hızda olması gerekir.
Finansman ihtiyacından neyi kastediyorum? Bir şirketin satışlarının 100 TL olduğunu
düşünün. Ayrıca bu şirketin tam kapasitede ve çok randımanlı bir şekilde
yöneltildiğini varsayalım (yani, gerekğinden fazla envanter taşımıyor, ticari
alacaklarını zamanında tahsil edebiliyor, masraflarını iyi kontrol ediyor,
vs.). Ayrıca, bu şirketin 100 TL’lik satışı desteklemesi için 20 TL’lik
stoklara, 30 TL’lik ticari alacaklara ve 300 TL’lik duran varlıklara
(fabrikalar, makineler, vs.) ihtiyacı olduğunu varsayalım. Böylece tüm bu aktif
kalemleri için şirketin 350 TL’lik bir finansmana ihtiyacı olur. Satışlar 100’den 130’a çıktığında (% 30’luk
bir büyüme), 100’lük satışı destekleyen 20 TL’lik stok yetmeyecek (26 TL’lik
bir stok gerekecek). Dolayısıyla, bu örnekte büyüme stoklarda 6’lık bir ek
finansman ihtiyacı yaratıyor. Ticari alacakları ve duran varlıkları da hesaba
katarsak bahis konusu büyümenin gerçekleşmesi için şirketin gelecek yıl 105
TL’lik ek bir finansman kaynağı bulması gerekiyor (yani finansman ihtiyacı 350’den
455’e çıkmış oluyor). Bu parayı bulamazsa % 30 büyüyemez, % 30 büyümekte ısrar
ederse iflasın eşiğine gelebilir.
Aynı durum ekonomiler için de bahis konusudur. Türkiye’de
tasarruf oranı çok düşük seviyede. Örneğin, cari fazlası olduğu için finansman
ihtiyacı olmayan Çin’de buna rağmen tasarruflar milli gelirin % 52’si civarında
(hanehalkı tasarrufları % 35, şirket tasarrufları % 17). Yani Çin gibi ülkeler
büyümelerini öz kaynaklarıyla finanse ediyor, Türkiye ise, iç tasarrufların
milli gelire oranı sadece % 12 olduğu için, büyük ölçüde dış kaynaklarla
finanse etmek zorunda kalıyor. Maalesef,
geçmişin tecrübesi bu dış kaynakların uzun vadeli doğrudan yatırımlar yerine,
kısa vadeli ve DNA’sı ürkek olduğu için çok tehlikeli olan “portfoy
yatırımları” (sıcak para) şeklinde oldu. 2011 sonrası küresel belirsizlikler
nedeniyle, riske olan iştah o derecede kurumuş durumda ki, bu finansman kaynağı
bile önemini kaybetti.
2. BÜYÜME
MAKRO SEVİYEDE KALDI, VATANDAŞ SEVİYESİNE İNEMEDİ
Büyüme ne işsizlik oranında önemli bir düşüş yarattı ne
de sokaktaki vatandaşın gelirini önemli derecede artırdı. Ayrıca, gelir dağılımında da fazla bir düzelme
yaşanmadı.
2002 (resmi) işsizlik oranı: % 8. Senelerce yüksek büyüme
hızı sonrası,
2010 (resmi) işsizlik oranı: % 11.9 (daha önce
belirttiğim gibi, 2009 oranı % 14 idi)
2011 (resmi) işsizlik oranı: % 9.8
BÜYÜME VE GELİR DAĞILIMI
BÜYÜME VE GELİR DAĞILIMI
Bahis konusu büyümenin gelir dağılımındaki adaletsizliğe
olumlu bir etkisi olmadı. Bir tarafta bir
kesim halkın büyük çaplı geçim dertleri var: 2012’nin ilk çeyreğinde
hanehalkının harcamalarının % 28’i gıda, içki ve tütüne gitti. İkinci sırada
ise % 20 ile konut, su, ve yakıt harcamaları yer aldı. Ulaşım ve haberleşme ise
% 17 ile üçüncü büyük harcama kalemini oluşturdu. Ülke çapında geçerli olan bu oranlara gelir
seviyesinde invelendiğinde, gelir dilimleri arasında önemli farklar gösteriyor.
Örneğin Kamu-Sen’in verileri ortalama (2011 Martında ayda 1.545 TL kazanan) bir
memurun maaşının % 46’sının gıda/mutfak masraflarına gittiğini ve % 32’sinin
konut masrafları için gerekli olduğunu gösteriyor.
Diğer tarafta ise bir grup var ki, dünya fiyatlarının 2
misline satılmasına rağmen, lüks araba almak istiyor. New York Times’da üç ay
kadar önce yayınlanan bir makaleye göre bu otomobillerin satın alınması için 4
aylık bir bekleme listesi var.
• DOĞRUDAN
YATIRIMLAR
Doğrudan yatırımlar yabancı şirketlerin döviz kullanarak
bir ülkede yaptıkları uzun vadeli yatırımları temsil eder.
Bence iki nedenle bu konu da bir başarı kaynağı olmaktan
uzak:
1.
Son 9 yılda Türkiye’deki doğrudan yatırımlar “gerçek anlamda” doğrudan
yatırımları temsil etmedi.
Gerçek anlamda doğrudan yatırımlar yabancı şirketlerin
bir ülkede yaptıkları reel sektör yatırımlarını, yani fabrika kurma, vs. gibi
istihdam yaratan uzun vadeli işlere girmelerini temsil eder. Genel olarak,
Türkiye’deki doğrudan yatırımlar reel kesim yatırımlar yerine önemli ölçüde finansal
işlemleri kapsadı. Bu yatırımlar, ortaklık ve şirket satın alma gibi
işlemlerden oluştu. Örneğin, General Electric Garanti Bankası’nın % 20’sini
satın aldığında, Garanti Bankası personel sayısını artırmış, yeni şubeler
açmış, yeni bankacılık konularına girmiş olmuyor. Ama teknik olarak bu “doğrudan
yatırım” olarak gözüküyor. Hatta, bu işlemlerin finansal niteliği nedeniyle,
bahis konusu para, yatırım yapan şirketin orijinal düşüncesi uzun vadeyi
kapsasa bile, ülkeyi terk edebiliyor. Nitekim, birkaç sene sonra GE Garanti hisselerini
sattı. Bir başka örnek ise Citibank’ın daha önce satın almış olduğu Akbank
hisse senetlerinin yarısını satma kararı. Ama GE gibi bir şirketin Türkiye’deki
yatırımı bir fabrika kurmak şeklinde olsaydı, bu yatırım hem ek istihdam
yaratırdı, hem de GE kolay kolay fabrikayı paraya çevirip kaçamazdı.
2. Doğrudan
yatırımlar önemli ölçüde finansal işlemleri içermesine rağmen, yine de cüzi bir
seviyede kaldı
Türkiye’de yapılan bu tip “doğrudan yatırımlar” diğer
gelişen ülkelere oranla çok düşük olarak gerçekleşti. Net doğrudan
yatırımlardan ülke küresel payını alamadı. Ülke dünyadaki doğrudan yatırımların
1970-2011 arasında sadece % 0.53’ünü, 2003-2011 döneminde ise yalnız % 0.76’sını
çekebildi. Türkiye’nin son 9 yıllık doğrudan yatırım tecrübesinden iki gerçek
ortaya çıkıyor. Bir, anlaşıldığı
kadarıyla, tek partili bir iktidarla yönetilmesine rağmen yabancı şirketler
ülkenin ekonomik/politik istikrarını uzun vadeli bir yatırım ortamı için
yeterli bulmamaktalar. Tabii, bu konuda çok önemli bir konu bu şirketlerin ülkenin
hukuki altyapısını eksik bulmaları ve şu andaki hukuk/mevzuat konjoktürünün
yabancı yatırımları yeteri kadar koruduğuna inanmamakta olmalarıdır. Dolayısıyla,
doğrudan yatırımlar konusundaki çözüm önerilerinin arasında uzun vadede
doğrudan yatırımlara güvence sağlayacak reformların mutlaka yer alması
gerekiyor. İki, benim görüşümce,
doğrudan yatırımlar vergi destekleri ve iş hukuku altyapısında yapılabilecek
reformlar sayesinde artırılabilir ve artırılmalı. Tabii ki, aynı zamanda cari
açığın finansmanı ülkenin ekonomik gündeminin üst sıralarında yer almalı, bu
konuda hem ne gibi yeni kaynakların bulanabileceği, hem de şu anda yetersiz
olan geleneksel kaynakların nasıl çoğaltılabileceği araştırılmalı.
Ülkenin son 9 yıldaki en büyük başarısı enflasyonun % 80’lerden
tek haneli rakamlara düşürebilmiş olmasıdır. Ancak benim görüşümce, bu
başarının temel kaynakları, TCMB’nin bağımsızlığını kazanmış olması, ve Sayın
Süreyya Serdengeçti’nin enflasyon beklentilerinin kırılmasında en zor dönemi
temsil eden enflasyon savaşının başında göstermiş olduğu liderlikti.
No comments:
Post a Comment